Mersin antik kentleri; Akdeniz’e yelken açmış bir gemiye benzeyen Kızkalesi’nden eski Roma mezarlığı Adamkayalar’a ve arenayı andıran bir obruğu çevreleyen Kanlıdivane ören yerine kadar uzanıyor. İşte Mersin‘in sıra dışı antik yerleşimleri…
İçindekiler
Kızkalesi’nden Viranşehir’e Yolculuk
Akdeniz sağımızda boylu boyunca uzanırken, Antalya’yı Adana’ya bağlayan D-400 karayolunda ilerleyişimizi sürdürüyoruz. Yolculuğumuzun yeni etabı, kayalara yontulmuş rölyeflerden oluşan Adam kayalar ile başlıyor. Narlı Kuyu’dan yaklaşık 7 km sonra, aradığımız tabela ile nihayet karşılaşıyoruz. Kuzeye doğru 7 km’lik asfalt bir yol boyunca ilerledikten sonra, 2 km’lik bir tali yol başlıyor.
Yolun sonunda derin bir vadiye ulaşmayı başarsak da henüz heykelleri göremedik. Yön gösteren kırmızı okları takip ederek, kayaların üzerinden kısa bir trekkingin ardından, muhteşem görünümlü heykellere ulaşıyoruz.
Burası muhtemelen bir Roma nek- ropolüne ait, ancak insanların böyle sarp bir vadiye neden ve nasıl bu heykelleri yaptıklarını anlamak mümkün değil. Vadide şöyle bir göz gezdirince, dört bir yandan göz kırpan minik delikler fark ediyoruz; bu dağlarda daha pek çok kaya mezarı olmalı. Antik çağda oldukça sık rastlanan bir geleneğe uyularak, rölyeflerin üzerinde mezar sahibinin bir zamanlar sahip olduğu bazı özellikler yansıtılmış.
Vadinin yukarısında karşılaştığımız çobanların söylediğine göre, heykeller kısa süre öncesine kadar çok daha iyi durumdaymış; ancak turistik gezi amaçlı geldiklerini söyleyen defineciler tarafından ciddi şekilde tahrip edilmişler…
Bir ortaçağ prensesi: Kızkalesi
Adamkayalar’ı ardımızda bırakarak anayola geri dönüyoruz. Kısa süre sonra, denizin üzerinde süzülüyormuş gibi duran zarif bir hanımefendi ile göz göze geliyoruz. Orta Çağ’ın karanlık ve gizemli anlarına tanıklık eden bu Akdenizli prenses, aynı zamanda ilçeye de adını veren ünlü Kızkalesi!
Adının içinde bir kız ve kale geçen bütün mekânlar için az çok aynı şekilde anlatılan mitolojik hikâye burada da karşımıza çıkıyor.
Kızkalesi Hikayesi
Hikâyemizde, yine kızını çok seven bir kral ile bir yılan tarafından sokularak öl- dürüleceği söylenen bir prenses var. Kehanetten kaçmak isteyen kral, denizin ortasında bütün kötülüklerden uzakta bir kale yaptırıyor. Ancak bir gün prensesin canı meyve isteyince, kader ağlarını örüyor ve sepetin içine saklanan bir yılan, kaçınılmaz sonu getiriyor.
Kıyıdaki Korykos kenti, MÖ 4. yy.’da Ege’den gelen koloniciler tarafından kurulmuş. MÖ 67’de Romalı Pompeius’un Kilikya’yı ele geçirmesinden sonra ise Roma‘ya bağlı önemli liman kentlerinden biri haline gelmiş.
Bizans İmparatorluğu egemenliğinde, Mısır, Kıbrıs ve Roma arasında bir ticaret durağı olarak faaliyet gösteren Korykos, 1482’de Osmanlı topraklarına katıldıktan sonra şaşaalı günlerine veda etmiş. Ta ki 1812’de Kilikya’yı gezmekte olan Beaufort tarafından yeniden keşfedilinceye kadar… Kızkalesi bugün oldukça hareketli bir tatil beldesi.
Kızkalesi, aslında iki kaleden oluşuyor. Bunların ilki, kumsalın sonundaki burnun üzerinde yer alan kara kalesi; diğeri ise 100 metre açıktaki bir adacık üzerine inşa edilmiş deniz kalesi. Bir zamanlar bu iki kaleyi suyun üzerinden birbirine bağlayan yoldan ise günümüze bir iz kalmamış.
Kara kalesi, kıyıda olması nedeniyle denizdeki kaleden çok daha muazzam surlar ve kuleler ile güçlendirilmiş. Ancak bu etkileyici devin içine girince, düş kırıklığına uğramamak mümkün değil.
Şimdilerde burası, ağaçlar, otlar ve kaleye ait bazı mimari parçaların iç içe geçtiği bir cangıl görünümünde. Pek çok medeniyet görmüş bu ihtişamlı yapıdan geriye kalanları görünce içimiz burkulsa da o kendinden gayet emin bir şekilde, “farkındaysanız siz geçicisiniz, ben ise kalıcıyım” dercesine varlığını sürdürüyor. Denizdeki prensese ulaşmak, ne yazık ki karadaki kadar kolay değil.
Yaz aylarında kaleye ulaşımı sağlayan kayıklar bulunuyor. Bu mevsimde ise biz uzaktan bakmakla yetiniyoruz.
Ayaş Elaiussa Sebaste Antik Kenti
Kızkalesi’nden 4 km kadar sonra, Elaussia Sebaste (Ayaş) antik kentine ait tiyatro binası ile karşılaşıyoruz. Roma devri kenti olan Sebaste, şimdilerde İtalyan bir ekip tarafından kazılıyor. İlk yerleşimi, sahile yakın küçük bir ada üzerindeymiş. Zamanla ada ile anakara birleşince, sonunda bir kara yerleşimine dönüşmüş.
Ayaş Elaiussa Sebaste antik kenti, karayolunun her iki yanına dağılmış durumda. Yolun solundaki büyük tiyatro binası, çevre sakinlerinin ev yapmak için taşları sökmesi sonucunda oldukça cılız kalmış. Yine de uzun bir restorasyon çalışmasının ardından, şimdilerde yeniden tiyatro görünümüne kavuşmuş durumda.
Tiyatronun yanındaki çarşı ya da han binası olduğu düşünülen yapının alt kısmında, mozaik taban döşemeleri göze çarpıyor. Bu, daha erken dönemlerde mekânın başka bir amaçla kullanım görmüş olabileceğine dair bir işaret.
Tiyatro döşemelerinin altında da benzer parçaların bulunması, dikkat çekici. Yolun karşı tarafında yer alan yapıların en görkemlisi, liman hamamı. Yapının varlığı, kentin bir zamanlar Akdeniz ticaret güzergâhında önemli bir durak olduğunun da göstergesi. Uzun yolculukların ardından denizciler, kent hayatına karışmadan önce muhtemelen bu hamamda temizlenip yol yorgunluğunu atıyorlardı.
Sebaste kentinin dört bir yanına dağılmış mezar yapıları ile şimdilerde sadece birkaç sütunu görülebilen tapınak, sahil boyunca kurulmuş diğer kentler gibi buranın da Roma için kilit önemde olduğunu gösteriyor. Daha ayrıntılı bilgileri ise İtalyan kazı ekibi çalışmalarını ilerlettikçe öğrenebileceğiz…
Bir ayağı çukurdaki şehir: Kanlıdivane
Ayaş’tan sonraki durağımız; bir zamanlar şehrin içindeki bir obrukta suçluların vahşi hayvanlara parçalatıldığına inanan halk tarafından “Kanlıdivane ören yeri” olarak anılan Kanytelis antik kenti. Kanlıdivane, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait kalıntılarla dolu önemli bir yerleşim. Tarih sayfasına ilk çıkışı, rahip krallar tarafından yönetilen Olba Diocaseria’ya bağlı bir kent olarak gerçekleşiyor.
MS 1. yy’da Sebaste’ye bağlanan, MS 5. – 11. yüzyıllar arasında ise Bizans İmparatorluğu yönetimine giren Kanytelis’in diğer antik kentlerden farkı, Bizans’ın şaşalı günlerinden sonra tümüyle terkedilmeyip, bir süre Türkmen yörüklerince kullanılmış olması.
Kanlıdivane’ye vardığımızda gözümüze ilk çarpan, kentin orta yerindeki bir obruk. Bu devasa çukuru, Kanytelis’in çekirdeği olarak kabul etmek mümkün; zira bütün kent onun etrafına dizilmiş. Derinliğini kestirmenin güç olduğu obruğun içi, çalı çırpı ve ağaçlarla kaplanmış.
Yemyeşil görünümü bile, insanda bir dehşet duygusu uyandırmasına engel olamıyor. Obruğun kuzey duvarında, zırhlı ve kılıçlı bir asker; güneyinde ise altı kişilik bir aileyi tasvir eden rölyefler yer alıyor. Bir ölü yemeği tablosunun canlandırıldığı güney rölyefinde, sağ köşedeki yazıtta ailenin adı Armaronxas olarak not düşülmüş.
Olba Antik Kenti
Kanytelis’in ilk sahipleri olan Olba rahiplerinden kalan, Helenistik Zeus Olbios kulesi ile kenti keşfetmeye başlıyoruz. Kentin en eski yapısı olan kulenin, Olba rahiplerine ait olduğunu gösteren iki kanıt bulunuyor. Bunlardan ilki, köşe taşları üzerine yazılmış bir ifa- de: “Tarkyares’in oğlu ve Olba’nın rahip kralı Teukros tarafından, tanrıların babası Zeus Olbios onuruna yaptırıldı.” İkincisi ise kulenin taşlarından biri üzerinde, Olba sikkeleri üzerindeki pervane ambleminin işlenmiş olması.
Kulenin karşısındaki ilk yapı, Bizans bazilikası. Ön ve arka duvarları tamamen ayakta olan yapının iç kısmı, ne yazık ki günümüze ulaşamamış. Bazilika’nın hemen yanında, ikinci bir bazilika daha yer alıyor. Hemen yanında ise bir Türkmen mezarlığı…
Mezarlığın önündeki “antik yol” tabelasını takip ederek yukarıya ilerliyoruz. Roma yolunun sonunda, oldukça iyi durumda bir anıt mezarla karşılaşıyoruz. Yazıtından anlaşıldığı üzere mezar, kentin soylularından Aba adlı bir kadın tarafından, veba salgınında ölen kocası ve oğulları için yaptırılmış.
Demek ki bir zamanlar tüm Anadolu’yu kasıp kavuran veba, bu güzel kente de uğramayı ihmal etmemiş. Roma yolundan geriye dönüp obruğun etrafında bir daire çizmeye devam ettiğimizde, kentin en iyi taş işçiliğine sahip olan Papylos bazilikasına ulaşıyoruz.
Ana giriş kapısındaki yazıtta “Bu, tanrıya giden kapıdır, gidenler kurtulur. Tanrım bana yardım et” ifadesi yer alan bazilika, MS 8.-9. yüzyıllara ait. Kanlıdivane’deki bu yorucu gezintinin ardından, antik kentin girişinde köylü kadınlardan birinin işlettiği minik kafede kısa bir mola eriyoruz. Son durağımız, Pompeipolis – Viranşehir!
İpucu: Kanlı divane girişinden sapmayıp soldaki sarı tabelayı takip ederseniz, birkaç dakika içinde, kayalara oyulmuş heykellerin bulunduğu kaya mezarlarına ulaşacaksınız.
Güneşin kenti Soli Pompeiopolis
40 km’lik bir yolun ardından, Viranşehir’e ulaşıyoruz. MÖ 700’lerde bir Rodos kolonisi olarak kurulan kente, “güneş” anlamına gelen Soloi adı verilmiş. Diğer bir inanışa göreyse Soloi kenti, Troya’nın düşmesinin ardından güneye göç eden karma toplulukların kurduğu Kilikya kentlerinden biri.
Kenti mesken edinen korsanların MÖ 64’te Romalı komutan Pompeus tarafından bozguna uğratılmasının ardından, bu zaferin bir nişanesi olarak şehrin adı Pompeipolis ilan edilmiş. MS 527’deki büyük deprem-le yıkılan pek çok yapı tekrar inşa edilmemiş ve geriye, denize kadar devam eden 500 metre uzunluğunda, 10 metre genişliğinde sütunlu bir cadde kalmış sadece. Şimdilerde yaygın olarak kullanılan Viranşehir adı da, bu depremin soluk bir hatırası.
KAYNAKÇA
John Freely (2002), Türkiye Uygarlıklar Rehberi 4. Yapı Kredi Yayınları.
Celal Taşkıran, Silifke ve Çevresi, Sim Matbaası